Çalgıcının Hikâyesi


Duydun mu bilmem Ömer’in zamanında çenk çalan varlıklı bir çalgıcı vardı.
Bülbül onun sesini duydu mu kendinden geçerdi, güzelim sesini dinleyenlerin neşeleri birse yüz olurdu.
Meclisleri, toplulukları onun soluğu, onun sesi bezerdi; sesinden, çalgısından kıyametler kopardı.
Bir çalgıcıydı ki dünya onun yüzünden neşeyle dolmuştu; onun sesinden, eşi bulunmaz hayaller beliriyordu.
Sesinden gönül kuşu uçardı; canın aklı şaşırır kalırdı.
Zaman geçti,  çalgıcı kocadı; doğana benzeyen canı acze düştü.
Sırtı küpün sırtı gibi kamburlaştı; kaşları eğer kuskununa döndü.
Güzelim, cana can katan sesi çirkinleşti; kimse o sese önem vermez oldu.
Zühre’nin[1] bile kıskandığı o ses, bir kart eşeğin sesine döndü.
Zaten hangi hoş vardır ki kötü olmasın; yahut hangi tavan vardır ki yıkılıp yerlere serilmesin?
Çalgıcı iyiden iyiye kocayınca, kazancı kalmadı; bir parçacık yufkaya muhtaç oldu.
Yarabbi dedi, uzun bir ömür, tükenmez bir fırsat verdin; bir saman çöpü değerindeydim; lütuflar ettin bana.
Yetmiş yıldır suç işledim; bir gün bile rızkımı kesmedin.
Kazancım yok, bugün sana konuğum; artık seninim; senin için çeng çalacağım.
Çengini aldı, Tanrı’yı aramaya koyuldu; ah ederek Yesrib mezarlığına yöneldi.
Tanrı’dan kiriş[2] isteyeceğim çünkü O, özü doğru olanları kabul eder, kerem buyurur dedi.
Bir hayli çeng çaldı, ağladı; sonra da çengini yastık yaptı, bir mezarın başında, başını çengine koyup yattı.
Uyku onu kendisinden aldı, can kuşu hapsinden kurtuldu; çalgıyı da çalgıcıyı da bıraktı, uçtu gitti.
Bedenden, dünya zahmetinden azad oldu; keyfiyete sığmaz bir dünyaya, can ovasına vardı.
Canı orada, ah diyordu, beni burada bıraksalar, burada yer yurt verseler bana.
Canım bu bağda, bu bahçede, bu bahar çağında ne de hoş bir hale gelirdi; bu ovada, bu görünmez alemin lale bahçesinde sarhoş olur giderdi.
Oysa ümitlenme diye emir gelmedeydi; hadi geri git denmedeydi.
Canıysa orada durdukça dur, onun rahmet ve kerem alanından ayrılma diyordu.
O sırada Tanrı, Ömer’e öyle bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı, şaşırdı kaldı.
Başını koydu, uykuya daldı gitti; bir rüya gördü; Tanrı’dan ses geldi; canı işitti o sesi.
O sestir her nağmenin temeli; ses odur ancak, öbür seslerin hepsi onun yankısı.
O sesi kulaksız, dudaksız Türk de duymuş anlamıştır, Kürt de, Fars da Arap da. O sesi tahtalar, taşlar bile anlamıştır.
Ey Ömer dendi, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar.
Has saygıdeğer bir kulumuz var; bir zahmet et de mezarlığa yönel. Herkesin hakkı olan maldan yediyüz dinarı koy avucuna.
Ömer, sesin heybetinden yerinden sıçradı, kalktı da bu hizmeti görmek için yola koyuldu.
Mezarlığın çevresinde bir hayli döndü dolaştı; o ihtiyardan başka hiçkimseyi göremedi.
Koca çalgıcı neden Tanrı’nın has kulu olacak? A gizli sır, ne de hoşsun sen ne de hoş.
Bir kez daha dolaştı. Artık iyice inandı ki o koca kişiden başka kimsecik yok.
Karanlıkta dedi, çok aydın gönüller bulunur.
Ömer orada çöktü, aksırdı, koca kişi sıçrayıp uyandı. Ömer’i görünce şaşırdı; gitmeyi kurdu, bedenine bir titreme düştü.
Ona, korkma benden, ürkme; işte şimdicek Tanrı’dan müjdeler getirdim dedi Ömer.
Tanrı selam söylüyor,sonsuz zahmetler, sınırsız gamlar yüzünden nasılsın, ne haldesin diye soruyor sana.
İşte sana kiriş parası, harca bunu, gene gel buraya.
İhtiyar bu sözü duyunca titremeye başladı, ellerini ısırmaya, çarpınıp çırpınmaya koyuldu.
A eşi örneği olmayan Tanrı diye bağırdı, ağladı, derdi haddi aştı, çengi yere vurdu, unufak etti.
Tanrı’yla arama perde kesilmişsin meğer, a yolumu ana caddeden saptıran, a olgunluk yolumu kesen dedi.
Ey vergisi bol vefalı Tanrım, cefalarla geçen ömrüme sen acı.
Eyvahlar olsun, şu yirmidört perdenin sesiyle kervan geçti gitti; gün bitti, akşam oldu.
Kimsecikten çare bulamam; ancak bana benden yakın olandan çare bulurum.
Sonra Ömer dedi ki: şu ağlayışın hala kendinde oluşunun belirtisi.
Kendinde oluş, geçmişi anmaktan meydana gelir; geçmişin de Tanrı’ya perdedir, geleceğin de.
Kendindesin sen. Verdiğin haberlerin, haber verenden haberi bile yok. Senin tövben suçundan beter.
Kimi düşük nağmeyi kıble ediniyorsun, kimi de ağlayıp inlemeyi öpüp duruyorsun.

Sırlara ayna kesilince, ihtiyarın canı da bedeninde uyandı.
Can gibi ağlayıştan da kesildi, gülüşten de; canı gitti de bir başka canla dirildi o.
O vakit içine bir şaşkınlıktır düştü de yerden de dışarı çıktı, gökten de.
Öylesine bir daldı ki kurtulmasına imkan yok; denizden başka kimsecik tanıyamaz artık onu.
O ihtiyarın hikayesi buraya varınca, ihtiyar da yüzünü, perde arkasına çekti, hâli de.
İhtiyar eteğini sözden silkti; bizim ağzımızda da bir yarım sözcük kaldı ancak…

Mesnevî. Mevlânâ Celâleddin Rumi. Tercemesi ve şerhi, Abdülbâki Gölpınarlı. Cilt I-II: 1921-2230. İstanbul: İnkılap, 5. Baskı, 1990.

[1] Zühre: Çoban yıldızı, Venüs gezegeni.

[2] Kiriş: Çalgı çalanın karşılığında aldığı para

Yorumlarınız:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak.